Belçika 2. Gün Brüksel - Antwerp

Brüksel




Sabah kalkıp otele çok yakın yerdeki tramvaya atlayıp Atomium'a gittik. Düşünün Taksim'den Belgrad ormanlarına, ormanın içinden geçen bir tramvayla gidiyorsunuz. Şehir içinde bilet uygulaması Brüksel'de de İstanbul'daki gibi. Bir kart var ve gişelerden geçmek için bu kartı okuyucuya gösteriyorsunuz. Ama merkezin dışına çıkıldıkça gişeler kalkıyor. Aynı okuyucu makinadan tramvayların içinde de var ve oraya okutuyorsunuz kartınızı. Tabi isterseniz. Bizde bu kontrol bizzat sürücü ya da güvenlik tarafından yapılıyor ya, burada belediye kontrolü kişilerin ahlaklarına bırakmış. Tramvaydan Parc de Laeken'de indik. Burada çeşitli uzakdoğu yapıları vardı. Eda hastası olduğu için güne orada başlamayı tercih ettim ki yürüme motivasyonu yükselsin.



 
Burada bir müze varmış ama tadilatta olduğu için kapalıymış. Tabelalar sadece Fransızca ve Flamanca olmasına rağmen bu uyarıları anlayabilmemi ise Wordlens isimli android uygulaması sağladı. Telefonunuzun kamerasını tabelanın üzerine getirdiğinizde yazıları simultane olarak tercüme ediyor. Müze açık olsaydı da "biz koskoca Michelangelo'nun Adem heykeli için müzeye girmemişiz, iki uyduruk çin vazosuna mı kanacaz" diyerek girmezdik içeri heralde. Gerçi burada sıcaktan yılma ve saatlerce kuyruk bekleme gibi bir derdimiz olmazdı da neyse.


 Bu tabelalar bizde ve onlarda kadın-erkek ilişkilerine toplumsal bakışı çok net gösteriyor.



Buradan Atomium'a geçtik.  Atomium 1958 Dünya Fuar'ında yapılmış bir demir atomunun 165 milyon kez büyütülmesi ile görselleştirilmiş bir müze. Bu dünya fuarlarında çeşitli ülkeler pavilyonlar kurup kendi kültürlerini, mimarilerini yansıtıyorlarmış. Yukarıdaki asya mimarisi binalar da o yıl yapılmış. Onlar kalıcı olarak duruyor. Ama bir çoğu kaldırılmış. Binanın içindeki kürelerde çeşitli sergiler var.




Buraya gelecekseniz yazın gelin. Çünkü Brüksel'in havası Ankara'nın havası gibi. Kışın çok puslu. Buranın da manzarası güzel olduğundan yazın tüm Brüksel'i ayaklarınızın altına alabiliyorsunuz. Evet o yukarıdaki sislerin olduığu yer Brüksel oluyor.




Turunculu olan oda retro orange sergisi. Her şey turuncu, tam kliplik ortam. Bir de kürelerin arasındaki yürüyen merdivenlere yine ışık oyunları yapmışlar. Harikulade görseller yakalayabiliyorsunuz.




Burayı kapatıp Hande Yener klibi çekeceksin. Her şey hazır.

Atomium'u gezmesi 1 saat kadar sürüyor. İsterseniz hemen yanındaki bizim minatürk'ün avrupa versiyonu olan mini-europe'u da gezebilirsiniz. Biz çok zaman harcamak istemedik.


Bu da daha saat 12'yi bulmadan çıkıp indiğimiz merdivenlerin suratımıza yansıması :)



Buradan metroya atlayıp Elisabeth Park'a gittik. Metro istasyonları farklı farklı konseptler ile inşa edilmiş. Her ne kadar Moskova metrosu gibi her bir durak bir sanat eseri olmasa da burada da uğraşmış çocuklar farklı olsun diye. En azından komple kalebodur değil.




Eski Avrupa şehirlerinde böyle simetrik mimarisi olan muhteşem parklar var. Park adeta sonundaki Kutsal Kalp Bazilikası'nın haşmetini olduğundan daha fazla gösteriyor. Gerçi o da dünyanın en büyük 5. kilisesiymiş. Biz içerisine giremedik, kapısı kapalıydı. Artık papaz vergi dairesine mi gitti nedir anlayamadık. Kilise kapalı olur mu yav.
Karnımız acıkınca Tripadvisor'ın Brüksel'in en iyi restoranları arasında gösterdiği italyan restoranı La Mia Cucina'da mola verdik. Buraya girmeden önce de kendimizi "ucuz şeyler yesek ya, zorunda mıyız restoranlara koca koca eurolar bayılmaya" diyerek birbirimizi telkin etmemiz bir hayli ironik oldu. İnsan yurtdışına çıkında "bi daha mı gelecem" diye düşünüyor. Eda da aşağıdaki kuzuyu gömerken aynen böyle düşünüyordu. Bir de Belçika'nın patatesi meşhurmuş. Bildiğin patates işte. Bu küçük olanlar tabi ki daha lezzetli ama Ödemiş'te yediğim patates de bu kadar lezzetliydi. Ne diyor siz amerikan dizicileri "not a big deal" bence.



Yemekten sonra Avrupa Birliği'nin Brüksel'deki merkezinde bulunan interaktif müze Parlementarium'a gittik. Burası Avrupa Birliği tarihini gayet eğlenceli bir şekilde anlatıyor. Giriş bedava. Size bir de eşyalarınızı koyabileceğiniz emanet dolabı veriyorlar.





Yukarıdaki cep telefonu boyutundaki cihazı çeşitli barkodları okutarak çalıştırıyorsunuz. Cihazın ekranında o bölümle ilgili video, fotoğraf gibi içerikleri olan bilgiler geliyor.



Burda da yerde devasa bir Avrupa haritası var. Tekerlekli ekranları şehirlerin üzerinde gezdirdiğinizde her şehirle ilgili tanıtım videolarına ulaşabiliyorsunuz.


 Dört tarafı ekranlarla çevrili bu odada ise Avrupa Parlamentosunun nasıl işlediğinin videosu dönüyor. Çıkışta da bir bilgisayara Avrupa Birliğinden dilediğinizi yazdığınız bir elektronik duvar var. Ben de burada John Lennon abimize gönderme yapmayı unutmadım. Rektör olsam uluslar arası ilişkiler okuyan öğrencileri buraya göndereceğim turlar düzenlerim valla çok başarılı bir yer.


Yazdıkça farkediyorum ki çok uzun bir gün olmuş. Oradan yine merkezde dönme dolap kurulan bir meydana gittik. Bildiğin Sultanahmet'te Ramazan'a denk gelmiş turist gibi olduk genel olarak ülkeyi dolaşırken. Burada da diğer tüm meydanlarda olduğu gibi küçük kulübelerde yılbaşı hediyeleri satıyorlardı. Quadcopter bile vardı.




Hava çok soğuk olmasına rağmen bu meydanlar akşamları çok kalabalık oluyor. İnsanlar işlerinden çıkıp bu meydanlarda ayaküstü birşeyler yiyip içiyorlar. Muhabbet ediyorlar. Bu cıvıldaklı meydanı da tavaf ettikten sonra Eda'nın lanet derecede bağımlılık yaptığı için ismini özellikle vermeyerek bu satırları okuyan bir çok insanı büyük bir illetten kurtardığım oyundan bir arkadaşı ile akşam yemeği için sözleşmiştik, onunla buluştuk. Bu durum çok enteresan aslında, online ortamda tanışıp buluşmalar ilk "mirc" çıktığı günlerde belki çok popülerdi ama artık kalmadı diye düşünüyordum. Bu oyunu oynayanlar o kadar fazla birlikte zaman geçirip sohbet ediyorlar ki buluştuğumuzda Eda, "Dede"yi (gerçek adı Ertan olan arkadaşın oyundaki nicki) adeta yıllardır tanıyormuş gibi olmuş. O da Bielefeld'den hem 12 ve 15 yaşlarındaki kızlarını gezdirmek için hem de bizimle tanışmak için gelmiş. 400 km yoldan bahsediyoruz bu arada. Brüksel'de iş de yapıyor olduğundan burayı tanıyormuş. "Sizi yemeğe götürecem" dediğinde bilmediğimiz lezzetleri tatmak konusunda aşırı hevesli karakterler olduğumuzdan bu konuya çok yükseldik. Bizi götürdüğü yerdeki lezzet konusunda yanılmadığımız kesin ancak tarz konusu tam bir şok oldu bizim için. İşte resmi;


  Yanlış görmüyorsunuz. Brüksel'de Has Kebap'ta pide ve karışık ızgara yedik. Meğer Dede Türk mahallesi ile iş yaptığından burada yiyormuş hep. Mahalle çok acayip geldi bize. Tabelalar Türkçe, konuşanlar Türkçe konuşuyor. Hiç "Douçland" görmemiş bizler için bu farklı bir deneyim oldu. Kısmetse Haziran'da Hamburg'dan Münih'e yapacağımız yolculukta bu deneyimi dibine kadar yaşayacağız.





 Yemeğin ardından Dede'in normalde ertesi gün gitmeyi planladığımız Antwerp'den geçeceğini öğrenmemizle kıvrak bir booking.com hamlesi yaparak kebabçı wifi'sinden iki dakikada Antwerp'de Crown Plaza'yı ayarlayıp abinin mersoya çöktük :) O da sağolsun atıverdi bizi otele kadar. Bu arada neden Crown Plaza derseniz bu sorunun cevabı yarının yazısında...

Günün uzunluğunu kanıtlayan belgeyi de aşağıda bilgilerinize sunuyorum.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BELÇİKA-FRANSA 2023 7. Gün Brüksel

İtalya 10. Gün Floransa-Pisa-Livorno

BELÇİKA-FRANSA 2023 3. Gün Lille - Kortrijk - Oudenaarde