Belçika 5. gün - Brugge

Brugge


Brugge, flypgs.com'da beleşe yakın uçak bileti ararken aklıma gelen ilk yerdi. Direk uçak olmasa da Belçika avuç içi kadar memleket olduğundan bu yolculuk bize çok cazip geldi. Kesinlikle değdiğini söyleyebilirim zira aşık olduğum kentler listesine 2 numaradan girdiğini dünkü yazımda belirtmiştim. Ben tabii ki pek bi heyecanlı yine sabahın köründe uyandığımda, Eda "uyumaya gelmiyoz mu biz bu şehirlerde" mottosunu koruyordu. Buranın sabahı bi değişik aslında hele de kışın. Bu konuyu çok çarpıcı bir fotoğrafla yarınki yazıda işleyeceğim. 

Çok şukella bir kahvaltıdan sonra Eda'nın Türkiye'de bulamadığı mavi ve pembe saç boyalarından alıp bir gece öncesinden rezervasyon yaptığımız "Can you handle it" temalı bedava tura katılmak için bir hostele gittik. Bu turda buraya gelmemize vesile olan etkenlerden biri olan "In Brugge" filminin mekanlarını da gösteriyor olmaları bizi ayrıca heyecanlandırdı. Sonuçta biz prodüksiyon insanları için bu gezilerin bir amacı da mekan bakmak olduğundan...

Bu "Free Walking Tour" giderek her şehirde olmaya başlayan, genelde cebinde çok parası olmayan backpackers diye tabir edilen üniversite öğrencilerinin katıldığı bir gezi. Eğlenceli bir karakter sizi alıp şehri yürüreyek gezdiriyor. Genelde 2 saat süren gezinin sonunda da ortaya şapkasını koyup size artık gönlünüzden ne koparsa diyor. Para vermeyedebilirsiniz ama geziyi anlatınca bu biraz vicdansızlık olur diye düşünüyorsunuz.






Burası alt tarafı bar, üst tarafı hostel olan bir yer. Zaten tura da genelde hosteldekiler katılıyor. İsimlerimizi ve kaldığımız yerleri bir forma yazdıktan sonra yağmurun dinecek gibi olmadığı kanaatine vardık ve oy birliğiyle yollara düştük. Zorlu bir gezi olacağını turun ismini koyarken söylemiş zaten adamlar. 




  Buradaki iki köprü aslında Brugge'ü ele geçirmek isteyen düşman gemileri için bir tuzakmış. Efsanevi gözcü kulesi buralar böyle komple dümdüz olduğu için 18 kilometre ilerideki denizi gördüğünden kim olduğu bilinmeyen bir gemi geldiğinde şehre girmek için geçmek zorunda olduğu bu iki köprü arasında kıstırılıp oklarla taranıyormuş. 



Burası da kuğulupark diye bilinen Koningin Astrid parkı. Buralar yazın en gözde sayfiye yeriymiş. Bir de bu kuğu meselesi var. Öncelikle bu Avrupa'nın ortaçağdaki hanedanlık mevzuusu çok karışık. Bi Habsburg hanedanı var aslen İsviçreliler ama Avusturya kralı gibi takılıyolar. İşte bunların bir ismi "uzun boyun" anlamına gelen valisini mi asmışlar Brugge'de ne olmuşsa artık bu Kral abi Brugge halkına demiş ki "bu kanallardaki kuğuların sayısı bilmem ne kadarın altına düşerse burayı komple yakarım". Efsane yeterince yalan duruyordu zaten bir de ben üzerine yarım bilgilerimle anlatınca hepten gitti inandırıcılık falan. Halbuse çocuk çiçek gibi anlattıydı orda. Bu geziler de biraz Cem Yılmaz gösterisine benziyor galiba. İzlerken çok iyi de sonra anlatınca tam olmuyor. 





Duvarları, dokusu, geçitleri falan yıkılıyor şehrin. Belki bizim gözümüz tokiye çok alıştığındandır bilemiyorum ama ne çeksen güzel oluyor. Bir de şu her daim düşük bütçesi olan sanat camiamızı buralara getirmeye ikna edebilsem çiçek gibi işler çıkacak ama oturtamıyorlar kafalarında bir türlü. 



Bu da filmin sonundaki sahnede Colin Farrell'ın camdan kanala atladığı ve Brugge'e gelen her turistin mutlaka fotoğrafını çektiği yer.


Bu da tur hatırası fotosu. Rehberimiz Nikola'ya göre çok sıkıcı bir grupmuşuz. Bu soğukta bunu bulduğuna şükret'in ingilizcesini simultane çeviremediğimden ağzına yapıştıramadım lafı tabi ama çok matrak bi insan olduğundan böyle düşünmesi de normal. İki saatlik gösteri boyunca bir dakika durmadı adam. Bakın gösteri diyorum çünkü bildiğiniz stand up yaptı bize gezi boyunca. 


Nicola, "Bu Brugge'ün mimari yapısına uymayan çirkinlik abidesi sizce nedir?" diye sorduğunda Assasin's Creed'deki tecrübelerime dayanarak "Balık Pazarı" diye atladım. Herkes çok bi şaşırdı bunu bilmeme. Neo klasik tarzda diyorlar mimarisi için ama Antwerp'deki Cogels Osylei'deki evleri gördükten sonra bunun öyle bir tarzı olacak kadar bile bir numarası yok. Düz kolonlu kare bir yer kendisi. Nicola'nın anlattığı bir de efsanesi var aslında ama adam nası büyü yaptıysa hatırlayamıyorum. Şaka değil, tam 1 saattir anlattığı efsaneden keywordleri hem de flamanca ve fransızca kaynaklar dahil tarıyorum, yok arkadaş. Uyduruyo mu bu hikayeleri nedir?  


Bu binanın üzerindeki 1608 tarihini farketmişsinizdir. Buradaki her binada yapım ya da restorasyon tarihi olmak zorundaymış. Bir tanesinde tarihin yanlış olduğunu bize anlatırken nedenini tahmin etmemizi istedi. Bilemedik. Meğer camları pimapen yaptırmış evin sahibi. O yüzden de ayıplıyorlarmış bu evi her gezide. Bizim farketmememiz çok normal tabi, biz ki koskoca İshak Paşa Sarayını komple pimapen kaplayan bir neslin evlatlarıyız. 




Sıra geldi Brugge'ün çikolatalarına. Binlerce çeşit var ve çoğu el yapımı. Parça parça bakınca çok pahalı gözükmüyor ama dükkandan çıkarken bayıldığınız Euro'ları çikolatalar bittiğinde hatırlıyorsunuz. Biz çok öyle çikolata fanı olmadığımızdan, waaavv, olaaağanüstüyyydü falan demeyeceğim. Güzel mi? EVET.




Burası da Bira Müzesi. Normalde giriş 7 € olmasına rağmen Nicola kankalarını araya sokarak bizim ekibi beleş soktu içeri. Çok enteresan bir yer olmuş burası. 





Müze duvardaki bira şişelerinden ibaret değil. İçerideki fıçılarda biranın yapıldığı malzemeler, damıtma aletleri falan da var. Bir de gezinizin sonunda büyükçe bir tadım bölümü karşınıza çıkıyor. 



Gezinin son bölümünde daha çok yol üzerindeki mimari yapıları gezdik. 




Burası, Church of our Lady kilisesi, Dünya'nın en uzun ikinci yığma tuğladan yapılmış kulesiymiş. İçinde de Michelangelo'nun Madonna ve Çocuğu heykeli varmış. Biz girip bakmadık. Nedense gezilerin son günlerinde kilise gezmeyi tercih etmiyoruz. Bunda girişin paralı olmasının da bir payı olabilir tabi. Bu batı dünyasının dini imanı para valla. 

Turu merak edenler için küçük bir video da paylaşayım.




Aşırı dolu iki saatin ardından karnımız acıktı ve buraların ünlü midyesini yemek için tercih edilen bir restorana gittik.


Pek bi lezzetli değilmiş. Ben şahsen Livorno'da yemiştim bundan ve bayılmıştım. 

Çıkışta Brugge'ün meşhur Belfry Çan Kulesi'ne tırmanmak için kendimizi hazırladık. 366 dar ve yüksek basamak insanın gözünü korkutsa da biz ne Amalfi'lere, ne Bergama'lara tırmanmış insanız, bize koyar mı diyerek gittik kulenin girişine. Burayı yazın gezmek gerektiği gerçeği kapıda yazan "kış kapanış saati 16:30" tabelasıyla tekrar gün yüzüne çıktı. Filmdekine benzer bir şekilde 16:47'de gittik ve gişedeki abla sallamadı bizi. 

 




Artık nasıl kızdıysak duruma, Brugge'ün en önemli mimari yapısının tek kare fotoğrafını çekmemişiz ya la... Bildiğin stok kullandım blogta. Neyse, o daracık merdivenleri, çok acayip düzlükteki manzarayı ve devasa bir müzik kutusu ve 47 çandan oluşan otomatik orkestrayı göremeden dönmek zorunda kaldık Brugge'den 

Akşama doğru çeşitli alışverişlerimizi yaptıktan sonra otele dönüp, biraz dinlenip tekrar çıktık dışarı.

Toskana'da nasıl şarap tadım aktiviteleri varsa burada da bira tadım aktiviteleri var. Belçika'da kaç çeşit bira olabilir ki sorusunun yanıtına şu listeden bakabilirsiniz. Bi dönem gerçekten çok boş zamanları varmış adamların. Yememiş içmemişler diyecem çok doğru olmayacak zira hep yiyip içmiş bunlar. Bu kadar çeşit mi olur bilader. Hayır çeşidi yaptın, neden her markaya ayrı bir bardak dizayn etmek zorunda bırakıyorsun. Kafayı yemiş tasarımcılar artık özellikle aşağıdakinde nirvanaya ulaşmışlar. 


Bir yaz günü fırsatımız olursa tekrar gelmek isteyeceğimiz bir yer olarak gönlümüzde taht kuran Brugge şehrindeki gezimiz böylece bitirdik. Yarın erkenden uyanıp uçağa yetişme macerasıyla karşınızda olacağım. 











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BELÇİKA-FRANSA 2023 7. Gün Brüksel

İtalya 10. Gün Floransa-Pisa-Livorno

BELÇİKA-FRANSA 2023 3. Gün Lille - Kortrijk - Oudenaarde