Almanya 2022 15. Gün Düsseldorf - Köln

 Düsseldorf

Düsseldorf
Almanya seyahatimin 15. gününe, trene atlayıp yarım saat mesafedeki Düsseldorf'a giderek başladım. Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde birbirine çok yakın Almanya ortalamasına göre büyük sayılabilecek bir kaç şehir var. Köln, Düsseldorf, Duisburg, Wuppertal, Dortmund, Essen hatta Leverkusen bile bu listeye girebilecek şehirler. İstanbul kadar bir alana yayılan bu sanayi şehirleri kendi aralarında şehir içi metro gibi tren ağlarıyla bağlı. Almanya'nın lokomotifi şehirler. Ben de Tonhalle'yi ve Goethe Müzesi'ni görmeye Düsseldorf'a gittim. 

Stadterhebungsmonument

Stadterhebungsmonument

Stadterhebungsmonument

Stadterhebungsmonument

Stadterhebungsmonument

 Düsseldorf, alışveriş caddesi olan, barlar sokağı olan, şehir meydanında belediyesi olan, nehir kenarında oturma, yemek yeme, eğlence yerleri olan muntazam bir şehir. Yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz, Altstadt bölgesi olarak isimlendirilen ve halk arasında dünyanın en uzun barı olarak bilinen bu bölgenin ve şehrin simgelerinden biri Stadterhebungsmonument. Buradaki bronz heykel 1208 Worrington savaşını ve sonrasında Düsseldorf'a şehir ünvanı verilmesini anlatıyor. 

Tonhalle

Tonhalle

Düsseldorf'ta deneyimlemek istediğim yerlerin başında Tonhalle isimli bu konser salonu geliyordu. 1926 yılında planetarium olarak yapılan bu mekan 1978'de konser salonuna çevrilmiş. 1854 koltuk kapasiteli bu mekan 400 yıllık bir geleneği olan Düsseldorf Senfoni Orkestrasına ev sahipliği yapıyor. Bu orkestranın kurulluşunda George Frideric Handel ve Arcangelo Corelli'nin de payı varmış. Bu büyük kubbeli yapının içini görmek için çok heves etmiştim. İkinci fotoğrafta ne kadar etkileyici olduğunu görebilirsiniz. Turist olarak gezebilir miyim diye gişeye sorduğumda bana ancak akşamki konsere bilet alarak etkinliğe katılırsam içeri girebileceğim söylendi. Konser 20:30'daydı. Eğer kalıp izlemeyi tercih etseydim arkadaşlarımın evine çok geç dönmüş olacaktım. Gece bisiklet sürmemek için bunu tercih etmedim. Hem tüm gün Düsseldorf'ta ne yapacaktım. Günün ilerleyen saatleri beni yine gece bisiklet sürmeye itti. O kısma geleceğim. 
Düsseldorf

Düsseldorf

Düsseldorf

Tonhalle'den geri dönüp bisikletle sahili turladım. Burada banklar, restoranlar, parklar var. Sahil kenarında bir parkta kamusal bir kitaplık gözüme çarptı. Bizde de bazen belediyeler buna benzer girişimlerde bulunuyor ama bu kitaplığı gerçekten kullanan insanları gözlerimle gördüm. 

Düsseldorf


 Şehrin alışveriş caddesini gezerken gözüme bir fırının camekanındaki bu ekmekler çarptı. Almanya bir ekmek ülkesi. Tahmin edeceğiniz üzere Dünya'da kişi başına en çok ekmek tüketen ülke Türkiye olmasına rağmen 3000 çeşitle, ekmeği Unesco Kültür Mirası listesine sokabilmiş ülke Almanya. Her bölgenin kendine has bir ekmeği var. Lezzet olarak da Türkiye'ye gelen Almancı dediğimiz göçmenler bile en çok iki şeyi aradıklarını söylerler. Birincisi Egetürk sucukları, ikincisi Alman ekmekleri. 


Goethe Faust


Düsseldorf'ta Goethe Müzesi olduğunu duyunca gitmek istedim. Bu hevesimde yeni okuduğum Faust'un da rolü olsa gerek. Burası çok da büyük ve kapsamlı bir müze değil. Her ne kadar Goethe hakkında en kapsamlı kolleksiyona sahip olduğu söylense de bana çok çarpıcı gelmedi. Enteresan olan kısmı şairin optik üstüne çalışmalarıyla karşılaşmak oldu. Bu tarafını hiç bilmiyordum. Müzenin üst katında bir etkinlik için hazırlanmış odayı görünce bana yapma diyen kimse olmamasından da cesaret alarak kürsüye çıkıp selfiemi çektim. 
Hadi bu kısma biraz bugünden bakıp "acaba burada neden böyle bir fotoğraf çekmek istedim" onu yazayım. Topluluk önünde konuşma kimi insan için çok zorlayıcı bir deneyimdir. Ben aslında Huizinga'nın "oynayan insan" tezinin çoğunlukla arkasında bir düşünceye sahip olduğumdan çocukluğumdan beri hakkımda anlatılanlar, yaptığım "büyük gibi" hareketler ve yaşımdan beklenmeyen olgunlukta çıkarımlar, beni gösteri sergileyen, hikaye anlatan biri olarak etiketlemiş durumda. Gençliğimden beri ne kadar da yaşımdan çok daha olgun bir insan olduğum anlatılagelmiştir. İlkokulda bir piyeste bu anlatıcı karakterim ilkokul öğretmenimin gözüne çarpmış olacak ki beni tek kişilik bir oyun sergilemeye ikna etmişti. Ancak o gün seyircilerin üstümde oluşturduğu baskı bende bir sosyal fobiye neden olmuş olmalı ki sahneden ağlayarak indiğimi hatırlıyorum. Sonrasında 19 Mayıs'ta Atatürk'ü oynamam için öğretmenim beni ikna etmeyi başarmıştı. Bu hareketinin bende bir travma yaratmayı engelleyeceğini düşünüyordu kuşkusuz. Belki de gururla anlattığım bu anım diğer başarısızlığımı yendi diye düşündüm yıllarca. İlk televizyon röportajımda da heyecanlandığımı hatırlasam da, röportajı izlediğimde ekipteki diğer arkadaşlarıma nazaran oldukça soğukkanlı gözüktüğümü de söylemeliyim. Kariyerim boyunca gerek ekip arkadaşlarıma, gerek tanımadığım topluluklara çeşitli konuşmalar yapmak durumunda kaldım. Kâh Cannes'da Lions reklamcılık festivalinde yazdığım Formula 1 senaryosuyla Türkiye'yi temsil etme hakkını nasıl kazandığımı anlatırken, kâh Müthiş Bir Film setinin ikinci haftasının reposuna giderken projenin bütçesinin bittiğini ve setten çıkamayacağımızı ekibe anlatırken bir çok yerde topluluklara konuşmalar yaptım. Yine de kendimi dışarıdan izlediğimde etkileyici bulmadım. Son yıllarda çok okuyor olmam şüphesiz hitabetimi geliştirmekte. İşte bu boş salondaki kürsünün fotoğrafı bana yakın zamanda yine bir topluluğa konuşmam gerektiğinde neler hissedeceğimi hatırlatması için, içimden gelen bir anlık duyguyu ölümsüzleştirdiği için önemliydi. Belki Eko Eko Eko belgeselinin galasında ya da kamera arkasında konuşacağım uzun süreden sonra ilk defa. Bakalım nasıl olacak. Heyecanla bekliyorum. 

Pizza Romantica

Pizza Romantica

Bir çok şehirde olduğu gibi Düsseldorf'un da kendine has bir birası var. İsmi Altbier. Eski bira anlamına geliyor. Köln'deki Kölsch'e göre biraz daha yoğun, stout ile bock arası bir bira ama onlara nazaran daha hafif. Öğle yemeğimi Pizza Romantica isimli restoranda yedim. Bu kocaman pizzanın yanına da yerel bira almak zorundaydım her ne kadar saat öğlen 12 buçuğu gösteriyor olsa da. Burası Almanya. Alışın bu saatte bira içmeye. 

Ludwig Museum

Ludwig Museum

Ludwig Museum

Düsseldorf'tan ayrılma vakti gelmişti. Önümde günün geri kalanı için 3 alternatif vardı. Birincisi Köln'e geri dönüp çok görmek istediğim Ludwig Müzesini gezmek, ikincisi Wuppertal'e gidip farklı bir Alman şehri daha görmek ve şehri boydan boya geçen havarayın fotoğraflarını çekmek, üçüncüsü de Köln'deki gamescom fuarına gidip yine alışık olmadığım bir deneyim yaşamak. Modern sanat ağır bastı ve ben birincisini tercih ettim. Kendime çok şaşırıyorum bazen. Ben ne ara bu kadar sanat sepet düşkünü oldum diye. Trene atlayıp Köln'e geri dönüp Ludwig müzesine girdim. Andy Warhol, Roy Lichtenstein ve Picasso'nun eserlerini sergileyen müze, özellikle Pop Art, Soyut ve Gerçeküstücülük eserleriyle tanıyor. 
İlk karşıma çıkan bölümde Alman Bayrağı'nın düzeltilmiş halini görebilirsiniz. Bayılıyorum böyle eleştirel işlere. Bayraktaki 3 renk beraberlik, hak ve özgürlük olarak simgeleştirilmiş olsa da sanatçı burada sarı rengi "büyük sermaye", kırmızı rengi "geri kalanlar", siyah rengi de "orta sınıf" olarak nitelemiş. 
Ludwig Museum

Pablo Picasso

Pablo Picasso

Üstünüze biraz Picasso atayım. 

Roy Lichtenstein

 Roy Lichtenstein'ın M-Maybe isimli eserini mutlaka hatırlıyorsunuzdur. Müzeyi gezene kadar kimin olduğu ile ilgili bir bilgim olmamasına rağmen bazı eserlerde, "Ben bunu daha önce görmüştüm" hissiyatı yaşadım. Bu da benim Pop art tanımım olsun.

Salvador Dali

  Bu eserin levhasına bakmasam Salvador Dali'ye ait olduğunu anlamazdım. Ressamlar hayatları boyunca kendi tarzlarını yaratabilmek için çok aşamadan geçiyor. Biz de çoğunlukla nihai üslupları oturduktan sonra yaptıkları eserleri biliyoruz. 

Otto Freundlich

Müzeyi gezerken önünden hızlıca geçemediğim, beni kendisine bakmak için kışkırtan yukarıdaki eserle karşılaştım. Otto Freundlich imzası taşıyan bu eser "insanın doğuşu" adını taşıyor. Çok sayıda renkli cam taştan oluşan anıtsal mozaik yaklaşık 2 x 3 metre boyutlarında ve tam 800 kilo ağırlığındadır. Sergilenen, yüzü acı içinde buruşmuş, yetişkin, kaslı bir adam, eliptik formlardan yukarı doğru bir hareketle çıkmaya çalışıyor. Omuzlarında duran koyu renkli yay, figürün ağır bir yükün altında kalmış bir Atlant (Antik yunan heykelinde bir terim) gibi görünmesini sağlıyor. Doğum, bir güç gösterisi olarak anlaşılmalı. Herşeye rağmen insan bir yaratıcıdır, kendi kaderini kendisi çizer ve bu nedenle elinde bir pergel tutar. Geleceğini tek başına şekillendirebilir ve onun gerçek mimarı olarak tasvir edilir. Yanında, ancak yakından bakıldığında eliptik formları fark edilen iki figür yer alıyor. Onları, yeni olan her şeyin ortaya çıkardığı zıtlıklar olarak düşünebiliriz. Resmin kenarlarından ötesine uzanan ışınlar bu iki figürü dış alanlara bağlamakta ve böylece bize aydınlanma gibi kutsal bir süreci hatırlatmakta. Ana renkler olan sarı, kırmızı ve mavi resme hakim. Bu renkler, mor, turuncu ve yeşil ile birleşerek mükemmel bir bütün oluşturmuşlar. Freundlich, her zaman renklerin etkileşimini daha büyük bir bütünle bağlantılı olarak görmüş. Uğruna savaştığı komünizmde artık "dünya ile evren arasında, insan ile insan arasında, gördüğümüz her şey arasında" hiçbir sınır olmamalı düşüncesindeymiş.

Rene Magritte

Magritte hayranları onlinesa La Geante'yi beğenilerinize sunuyorum. Anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz. 

Max Ernst

Sergiyi gezerken yine gözüme bir anda çarpan Dostoyevski figürü yüzünden bu tablonun önünde bir müddet durdum. Max Ernst'in geleceğin sürrealistleri ve dadaistlerini topladığı bir tabloymuş. Size daha önce Frankfurt yazısında Dadaizmle ilgili bilgiler vermiştim. Merak eden o güne dönebilir. Tablonun ismi arkadaşlarla buluşma. 

    


Ludwig müzesinin hediyelik eşya dükkanında 15 €'ya arayıp da bulamayacağım katalog kitaplar vardı. Ama taşıma imkanım olmadığından uzaktan baktım kendilerine. Escher'i alamadığıma baya üzüldüm. 


Gamescom

Gamescom

Yukarıda da bahsetmiştim. Ben Köln'deyken Avrupa'nın en büyük oyun fuarlarından Gamescom fuarı yapılıyordu. Bu sebeple de şehirde fuarla eş zamanlı bir çok etkinlik düzenleniyordu. Müzeden çıkınca bisikletle biraz daha dolaşmaya çıktığımda bir caddenin konserler için kapatıldığını gördüm. İçimi kaplayan heyecan bisikletimi bağlayıp, seyyar bira büfesine doğru ilerlememe yol açtı. Sokakta rock müzik dinleyip bira patates yaptığınız bir Köln akşamından daha başka ne isteyebilirsiniz ki? Ortam güzel olunca arkadaşlarıma yemeğe gelmeyeceğimi haber verdim. Sonra 2 saat ortamda takıldım ve akşam oldu. 



 Asıl macera bundan sonra başlıyordu. Köln'e yarım saat uzaklıkta bir köyde yaşayan arkadaşlarımın evine gidebilmek için trenden indikten sonra 20 dakika bisiklet sürmem gerekiyordu. Bisiklet ışığımı yanıma almamıştım. İstasyonla ev arasındaki tarla ve orman yolu zifiri karanlıktı ve ben çakırkeyf bir vaziyette pedallıyordum. Almanya'da en çok korktuğum zaman buydu sanırım. Hele ormanın içinden junky bir adam bisikletle önüme atladığında kalp atışlarımı dışarıdan duyabilecek noktaya gelmiştim. Neyse ki sağ salim eve ulaştım. 







 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BELÇİKA-FRANSA 2023 7. Gün Brüksel

İtalya 10. Gün Floransa-Pisa-Livorno

BELÇİKA-FRANSA 2023 3. Gün Lille - Kortrijk - Oudenaarde